Аударма

Tek Küpe

 

Grimsi kahverengi sonbahar. Altı Ekim. Momışoğlu ve Amanat caddelerinin kesiştiği yerde Madina’yı bekliyordum. Eskiden Nur-Sultan’da Ekim ayında hava bu kadar çok sıcak değildi. Bugün ise güneş tam tepeye çıkmasa da yakıcı bir sıcaklıkla etrafı yakıyor.

 

Güneş ışığının sıcaklığı iyidir ama kafanı sokabilecek gölgelik bir yerde durmazsan tüm enerjinizden mahzun kalabilirsiniz. Madina[1] gelinceye kadar geçici bir gölgelik yer bulabilir miyim diye etrafıma bakındım. Tekrar tekrar etrafıma bakınıyorum, ama bir yer bulamadım, yoldan geçen kimse de yok. Sokakta da fazla hareketlilik hissedilmiyor sadece birkaç kişi dışında.

 

 

Bugün günlerden Pazar. Apartmanın önünde bir sağa bir sola durmadan yürüyen yaşlı kadın dışında şehir sakinleri muhtemelen hafta içi yoğun çalıştıklarından dolayı, hafta sonu da öğleye kadar uyuyorlardır. Yaşı seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen yaşlı kadın sanki spor müsabakasına hazırlanır gibi adımlarını dinç ve rahat atıyordu. Yaşlı kadın kendisini izlediğimi fark edince bana doğru yürümeye başladı. Benim bulunduğum mesafeye yaklaşık on metre kala “Sana merhaba demek istedim” dedi yüksek bir sesle.

 

Üzerinde kazak usulüyle dikilmiş uzun kaşkorse, başında tertemiz örtüsü vardı. Fakat sürekli yıkandığı için rengi kaçmış  gibiydi, ayağında ise çizmesi sanki masiye[2] benziyordu. Aniden yanıma gelerek seninle selâmlaşmak istedim dediğini duyduktan sonra, ne yapacağımı bilemeyip bir müddet şaşıp kaldım. Fakat kendisini tanımadığımı belli etmemek için, sanki tanıyormuşum gibi davranmaya çalıştım. Hem yaşlı kadın benden yaşça büyük hem de saygısızlık göstermemek için, belki de birisine benzetmiş olmalıdır diyerek yaşlı kadına doğru adımladım. Üzmek de istemedim kendisini.

 

Birkaç metre kala “Merhaba, Nasılsın? Seninle selamlaşmak istedim diyerek” tekrarladı ellerini uzatarak. Selamlaştıktan sonra, benim için dua etmeye başladı. Kadının yaşlandığını ellerindeki varislerden, bünyesinin zayıflamasından, göz renginin ela renge dönüşmesi gibi belirtilerden fark ettim. Yaşlı kadına baktığımda âdeta güzel bir Kazak kadının yaşlılığı izlenimi veriyordu.

 

Tek başına yaşadığı evden canı sıkılmış olmalıdır. Yanıma geldiğinde halimi sormaya başladı, “yaşım seksen dokuzda, yirmi dokuz torun, on dört şöberesinin[3]” olduğunu gurur duyucu bir şekilde konuşmasına yansıtarak devam ettiriyor. Arada “nereye gidiyorsun, araban var mı” diye sorular sordu. Herhalde bir rüya görüyorum diye düşünmeye başladım, ama ayakta olduğum aklıma geldi. Sokakta insanların selâm bile vermeden ite kalka yaşandığı bir zamanda önümde duran figürün görüntüsünde Hıdrellez’i görmüş gibi hissettim. Her halükarda, bir yabancının merhaba deme niyetinde kötü bir şey yoktur, aksine iyi bir şey olmalıdır diye yorumladım.

 

 

Derken Madina’nın siması görünmeye başladı. Bizi gideceğimiz yere kadar götürecek taksi de yanımıza geldi. Benimle konuşan yaşlı kadın ise demir çitin üzerine çömelmiş oturuyordu. Bir anda büyükannem geldi aklıma. Çünkü kendisi eskiden baykuşun kutsal bir kuş olduğunu söylerdi. Yaşlı kadının oturuşu sanki ormanın kahverengi baykuşundan hiçbir farkı yoktu.  Tıpkı baykuş gibi bizi izleyen yaşlı kadın gözlerini bizden ayırmadan yolcu etti. Böylece yola çıktık. Daha sonra oradan ayrılırken kadının fotoğrafını çekmediğime üzüldüm.

 

 

Nur-Sultan ile Karaganda arasındaki mesafe iki saatten fazladır. Madina’ya dönüşte Arşalı’daki hastaneyi ziyaret etmem gerektiğini ve Karagandı’dan taksi tutarak Arşalı üzerinden Nur-Sultan’a dönmeyi planladığımı belirtmiştim. Amacım olabildiğince kimseye yük olmadan kendi işimi kendim halletmekti. Madina’nın ayarlamış olduğu taksici gideceğim yere kadar çabucak götürdü. Arşalı köyü küçük olduğu için hemen gideceğim hastaneyi de bulduk.

 

Birden değişik duygular yaşamaya başladım kendi kendime, göz önüme biricik kızım, kuzum Akerke’m gelmeye başladı. Kızım Akerkem doğduğunda diğer çocuklardan farklı olarak keseli doğmuştu. Diğer bebekler gibi yüzü kızarık değildi, siyah saçları kulaklarını kapatıyordu, kaşları kesikti, yüzü ve ağzı inceydi. Akerke keseli olarak doğduğunda hemşireden kesesini sormayı unutmuştum endişeden/ telaştan.

 

Hemşireler bebekleri odamıza getireceği zaman «Mamasha, mamasha dvenadtsataya krasavitsa idet[4]» derdi.

 

Bende safım, “hastane doğum hastanesi olduğundan beri sadece on ikinci kez güzel bir bebeğin doğduğunu sanıyordum”. Ne yazık ki, on ikinci diyerek benim yatağımın numarasını kastediyorlarmış.

Her üç saatte bir hemşireler bebekleri uzun bir koridordan odalara getiriyorlardı. Bebeğin bileğine takılan numaralara göre annelerine emzirmeleri için verilirdi. Bebeklerden biri ağlamaya başladı mı diğerleri de katılır ve ortalık adeta bir bebek korosuna dönüşürdü. Ne tatlı bir sesti, tıpkı annesinden yeni doğan kuzu gibi meleyip duruyorlardı. Hemşireler meslekleri gereği bebekleri kaşık gibi kundaklayarak getirirlerdi, sonra anne sütüne doyan bebekler tatlı bir uykuya dalarlardı.

Şimdi de Akerkem’in son nefesini verdiği yeri görmeye geldim. En son su içiren kimdi? Son nefesini verirken yanında kimler vardı acaba? Yol boyunca o günkü nöbette olan doktorlarla tanışabilmenin hayalini kurarak hastaneye doğru geliyorum. Nihayet  hastaneye geldik ve ikinci kattaki doktorların odasına girdiğimizde iki doktor vardı. Biri gözlüklü bir Rus, diğeri Kazak gibi görünüyordu. Doktor odasına girip: «13 Kasım 2016’da trafik kazasında ölen bir öğrenci kızın annesiydim» dediğimde o iki doktor koltuklarından fırlarcasına ayağa kalktılar.

 

Beni görünce ve söylediklerimi duyunca yüz ifadeleri değişen doktorlar herhalde kendilerini şikâyet etmeye geldiğimi düşündüğünü tahmin ettim. Çünkü evladını kaybetmiş bir annenin kimseye acımayacağı, adalet tecelli edinceye kadar mücadele edeceği aşikârdır. İki doktor sandalye vererek oturmamı rica ettiler.

Burada şehirdeki gibi geniş olanaklardan yararlanmak mümkün değil, çünkü burası  küçük bir bölge hastanesidir.

«Merkezde olsaydı yaşıyor olur muydu?» diye düşündüm. Kalbim pişmanlıkla yandı ve gözyaşlarıma boğuldum. Allah ne büyük, o gün bu iki doktor da görevdeydi. Allah’ın gücüne bak, her ikisinin de bugün burada görevde olması beni hem şaşırttı hem de sevindirdi.

Kazak doktor bana bir bardak su verdikten sonra, cerrah bölümü başkanı Zelenov Gennadiy Vladimiroviç: – Kızınızın kulağında küpe var mıydı? diye sordu

– «Evet, eşkenar dörtgen gibi küçük bir elmas küpesi» vardı dedim,

-«Bu mu?» çekmeceden kızımın küpesinin tekini çıkardı. Gözlerim ateşle doldu. Bu Akerkem’in küpesi. Küpeyi gördüğümde ellerim titriyordu ve tek küpeyi zar zor tutabildim.

 

Akerkem’in, son nefesine şahit olan küpesini öpüp kokladım, okşadım bir süre oturdum.

 

2012’nin Temmuz ayı gözümün önüne geldi. Kızım California’daki liseden mezun olmuştu ve onu kendim almaya gitmiştim. Akerke ile yaklaşık bir ay boyunca Amerika’nın bazı bölgelerini gezmiştik.  Bu küpeleri Hollywood yakınlarındaki Ontario eyaletinden birlikte almıştık. Genel olarak kızım parıltıdan hoşlanmazdı. Bijuteri[5] takardı, altını sadece ara sıra kullanırdı. Kızımla ilgili küçük bir hatıradan sonra, hastanede olduğumu hatırladım.  Elimdeki tek küpeye bakıp, ikincisi nereye düştü acaba diye sormaya mecalim bile kalmamıştı.

 

Kızımın son nefesini verdiği yoğun bakın ünitesine doğru gidiyoruz. Birden fenalaşmaya, ayaklarım titremeye zar zor yürümeye başladım. Derken yoğun bakım ünitesine de geldik, odanın genişliği 5 metrekare ve uzunluğu ise 6 metrekare civarında idi. Etrafıma baktığımda modern tıbbi cihaz göremedim, kendi kendime küçük bir bölgede şehirlerdeki gibi olanaklar nereden olsun diye mırıldandım.

Kızım kaza yaptığında merkez hastanede tedavi görmüş olsaydı, belki hayatta kalma şansı daha fazla olur muydu diye düşündüm ve gözyaşlarımı tutamadan ağlamaya başladım birden bire.

Yoğun bakım ünitesinde iki hasta tedavi görüyordu. Beni buraya getiren doktor, Shayakhmetov Aitbak Kozhamseytuly, sizin kızınız son nefesini bu yatakta vermişti diyerek kapının yanındaki yatağı işaret etti. Aynı yatakta bir hasta su içmek istediğini söyleyince hasta başında bekleyen hemşire hemen su içmesi için  hastaya yardım etmeye başladı.

Bir anne olarak kızımın son dakikalarında yanında olsaydım, ona kendi ellerimle su verebilseydim diyerek son görevimi yapamadığım için kendimi suçlu hissederek tekrardan hüngür hüngür ağlamaya başladım. Çünkü kızımı çok özlemiştim. Bir müddet sonra hastanede olduğumu, dolaysıyla hastaları rahatsız etmemem gerektiğini hatırlayıp, kızımın can verdiği yatağı baştan aşağıya doğru ellerimle okşayarak, Fatiha okudum ve odadan ayrıldım.

Ayrılırken elimde doktorun verdiği tekli küpe olduğunu, o kadar sıkı tuttuğum için, avucumda küpenin izlerinin kaldığını fark ettim. Akerke’yi kaybedeli neredeyse üç yıl oldu. Bu süreç içerisinde Karagandı hakkında değişik rüyalar görürdüm hep. Bu hastaneye gelmek istemiştim, ama sürekli bir engeller çıkıyordu karşıma, nihayet bugün gelmek nasip olmuş bana. Kızımın öldüğü gün nöbette olan iki doktorun bugüne kadar kızımın küpesini hâlâ muhafaza etmelerine, insanlığını kaybetmeden, Hipokrat Yemini’ne bağlılıklarına çok sevindim.

Neden biz insanlar, bu tür mesleğine sadık kişileri takdir etmiyoruz, küçücük bir şeyde hemen kavga çıkarmaya, şikayet etmeye çığlık atmaya ve suçluyu aramaya hazırda bekliyoruz?!

 

Odadan ayrılırken “Son dakikalarında kızımın yanında iyi kalpli, merhametli insanlar olmuş. Teşekkürler, sizlere. Üzerinize giydiğiniz beyaz önlükleriniz rengi beyaz olduğu gibi, kalpleriniz de pakmış. Yaklaşık iki buçuk yıldır  durmadan kızımı rüyamda görüyordum. İşte bugün anladım, kızım rüyama girerek bana bir şeyler anlatmaya, işaret etmeye çalışmış sürekli. Gördüğüm rüyaların çözümünü şimdi buldum, taşlar şimdi yerine oturmuş oldu. Elimdeki tekli küpeye tekrar baktım. Avucuma batan küpenin izleri henüz kaybolmamıştı.

 

Kuzucuğum, küpeni bana özlemini iletmek için mi bıraktın?

Çifti kaybolmuş tekli küpe? Bıraktığın küpeye bakarak bana olan özlemini gidersin dedin mi?

Ne yapmalıyım? Eşi kaybolmuş tekli küpeyi takamazsın. Artık bundan sonra kuyumcuya varıp, anneannemden kalan gümüş bilekliğin ortasına senin küpeni, çivi çaktırarak/ çivilettirerek iki sevdiğim kişiden kalan yadigârı hep bırakmadan takacağım. Tekli küpe, senin bana bıraktığın özlemin, hasretindir kuzucuğum.

 

Sana minnettarım kuzum, bana neşe verdiğin için,

Sana minnettarım kızım, beni kırmadığın/ üzmediğin için,

Sana minnettarım kuzum, kusursuz sadakatin için,

Saf vatanseverlik duygun için,

Milli kimliğini koruduğun için.

Saçlarını kesmediğin için[6],

Bebekken başını göğsüme koyduğun için,

Bana annelik duygu yaşattığın için.

Seni unutamam,

Gözlerimde akan yaşlarla yazılmış satırlara

Hasretimmi gönderiyorum kuzum.

 

KALYMA ZANTOREEVA,

Türkistan bölgesi Maslikhat Milletvekili

Kazakça’dan Türkçe’ye aktaran Guljaz Karybek, Nazira Tursunbay

 

[1] Bayan ismi

Mäsi:[2] Kazak halkının deriden yapılmış çizmeye benzeyen bir ayakkabı türüdür.

Şöbere:[3] Torunun çocuğudur.

[4] “Annesi on iki numaralı güzel, prenses geliyor ”

[5] Bijuteri, değerli olmayan malzemeler kullanılarak imal edilen takı ve süs eşyalarıdır.

[6] Kazaklar’a göre kızın güzelliği uzun, gür saçlarındadır.

 

Мынаны оқыдыңыз ба?
Close
Back to top button