ГүлжазымТаңдаулы

Seninle Mutlu Bir Geleceğe

 

Durmadan çıkan trenin gürültüsü ile kalbinin gümbürtüsü Gülbanu’ya rahat vermiyordu. Adeta iki ses birbiriyle yarış halindeydi.  Tren, Alatau[1]‘ın yamaçlarında bulunan güzel Almatı’da durdu. Tren istasyonu çok kalabalıktı, trenden inenler insan sayısını dolduruyordu. İnsanoğlu her halükarda, etrafındaki dünyayı sevdiği, hoşlandığı için güzel ve tam tersi hoşlanmadığı, tiksindiği için çirkin olarak algılarlar. Göz kamaştırıcı doğa güzelliğiyle sizi kendine hayran bırakan, güzelim Almatım’ın görünüşü ruhunuzu mutlu eden, harika bir yerin cenneti değil mi?!

Güzelim Almatı’ya bakınca  sanki doğa ve insanın uyum içinde olduğu izlenimini verir. «İyi ki buraya gelmişim. Doğru olan buydu, nihayet hayalimin zirvesine giden yol açıldı» – diye düşüncelere dalan Gülbanu’ya dışarıdan gelen yabancı bir ses:

Taksici: – Taksiye ihtiyacın yok mu güzel kardeşim? – denmesi Onu geleceğine ilişkin düşüncelerinden  hemen uzaklaştırdı, hatta neredeyse ödü patlayacaktı:

Gülbanu: – Hayır, gerek yok,- diye dudaklarını büzdü sinirlenerek.

Uzun süredir tren istasyonunda durduğunu fark edince garip bir şekilde etrafına bakındı. Az önceki kalabalık yapan kimse de kalmamıştı. Tanıdık ararken, aceleyle etrafa bakınmaya başlamıştı, derken  arkadaşı Ayna da geldi. Sevincini gizleyemeyerek, Ayna’ya sarılarak selamlaşmak istemişti, fakat küçümseyici bir şekilde Ayna:

Ayna: – Selam, Gulichka, nasılsın?- dedi

Gülbanu: – İyiyim, sağ ol, seni sormalı?

Ayna: – Çabuk çabuk, zamanım yok!

Gülbanu: – Nereye böyle? Yatakhaneye mi gidiyoruz?

Ayna: – Bu devirde sana yurdu nereden bulayım ki? Olmadı işte…

Gülbanu: – Nasıl olmadı, bulamadın mı yoksa?

Ayna: – Niye durmadan bu soruyu soruyorsun bana, şu an herkes kendi başının derdindedir, kimse kimseyi umursamıyorlar özellikle Almatı’da…

Gülbanu: – Ne saçmalıyorsun, Ayna?- dedi elindeki çantaları yere düşerek. O sırada karşı taraftan bir ses geldi.

Yabancı bir ses: – Ayna, haydi zamanımız yok ne duruyorsun?

Gülbanu: -Peki, Gülbanu, dediğin gibi karşıladım, bundan sonra kendi başının çaresine bakma zamanıdır, güle güle!

Gülbanu, hayretler içinde durduğu yerde dondu kaldı. Az önce harika görünen dünyası başına yıkılıp, kendisine sırt çeviren, vefasız arkadaşı gibi gözden kaybolup adeta bir rüyaya dönüştü. Kendine yapılan haksızlıklara tahammül edemeyip, gözleri acı yaşlara doldu, sinirden kalp kiriz geçirecek durumdaydı. Hatta geldiği yere geri dönmek istemişti, fakat buraya gelebilmesi için çok çaba sarf etmişti değil mi?

Aman Allah’ım Ayna kısa zamanda nasıl değişti birden bire? Ne oldu da, bana sırtını çevirdi? Fakat eninde sonunda arkadaşı Ayna’nın kendisine böyle bir kötülük yapacağını seziyordu. İnsanın gerçek yüzü başına iş düşünce anlaşılırmış. Eğer gerçek dost ise, “benim yanımda kalıp, beraber zorluklara göğüs gererek, beraber geçinir giderdik” diye düşünür. Arkadaşlığın değerini anlamayan şuursuza daha ne denir diye sinirden ağlamaya başlamıştı. Daha ne kadar ağlasın kızcağız, fazla ağlamanın hiçbir şeye fayda getirmeyeceğini anlayan Gülbanu, belki koca şehirde tanıdık birilerini bulurum ümidiyle günlüğünü açıp bir şeyler aramaya başladı.

Eskiden büyükannesi ona Almatı’ya taşınan komşusunun telefon numarasını verdiğinde, fazla umursamayarak not etmişti. Derken o eski komşusunun numarasını buldu. Olayı gözyaşları içinde anlatırken komşusu hemen Gülbanu’nun yanına geleceğini söyledi.

Bir müddet sonra eski komşusu eski arabası Zhiguli[2] ile Gülbanu’nun yanına gelir.  Arabadan iner inmez Gülbanu’nun hal hatırını sormaya başladı bile. Eskiden çocukken pek dikkat etmemiş olmalıdır, karşısındaki komşusunun siyah saçlarının yerini beyaz saçlar almış, yaşlandığı yüzündeki kırışıklığı belli ediyordu. Komşusuyla selamlaşırken zaten ailesinin kalabalık, karısının ise afacan birisi olduğunu hatırlar ve onlarla beraber yaşayamayacağını düşünür. Doğrudan kendisini bir öğrenci yurduna yerleştirmesini rica eder. Komşusuyla, epeyce Almatı’yı dolaştıktan sonra bakımsız eski yurtların birini bulurlar ve orada geçici olarak kalmaya mecbur kalır. Komşusu da Gülbanu’yu yatakhaneye yerleştirdikten sonra büyük şehirde daha da dikkatli olması gerektiğini söyler ve evine geri döner. Böylece eski arkadaşından eski komşusu vefalı çıkar.

Kaldığı yatakhaneden çok değişik garip, hoş olmayan kokular çıkıyordu, ayrıca etrafındaki kızları da sevememişti. Çünkü ellerinde  sigarayla sürekli eğlenmenin, gülmenin peşindelerdi. Kendisiyle alay ediyorlardı. Ne olursa olsun bir gece burada kalmaya karar verir.

Sabah erkenden kalktı ve hemen başka bir yurt aramaya gider. İlk olarak, staj yapacağı gazetenin adresini bulur. Orada hemşerilerine rastlayıp, durumunun iyi olmadığı ve  kalacak yerinin de olmadığını söyler.  Kızlar, Gülbanu’ya kendileriyle beraber kalabileceklerini söyleyerek yurtlarına götürürler. Bu duruma sevinen Gülbanu, kendilerine çok teşekkür ederek, beraber onların yurtlarına doğru yola koyulurlar. Üçü mutluluktan gece yarısına kadar şarkı söyler, birbirlerine içlerini dökerken derin uykuya dalarlardı. Zhayna ve Marzhan, Almatı’nın güzel yerlerini gezdirir Gülbanu’ya. Allah, kimseye kötülük etmeyen kulunun, hakkını hiçbir zaman yemezmiş, çünkü çok zor durumda kaldığında beklenmedik anda karşısına iyi insanları (iki hemşerini) çıkarmıştı.

 

Günlerden bir gün Gülbanu çalıştığı gazeteye röportaj almak için onkoloji hastanesine gitmesi gerekecek.

– Onkoloji mi?… Hayır!

 

Gülbanu için o günler korkunçtu. Geçmiş yaşamın acısı gözlerinin önünden geçiyordu. Bir keresinde burada üç aydır kaldığını hatırlayınca hüngür hüngür ağlamaya başladı. Karanlık odada üç kız yatarak tedavi görüyorlardı. Doktorlar kanser olduğunu söyledikleri için buraya gelmişti. O zamanlar oradaki odayı ölüm sessizliği iyice sarmıştı. Hasta olduğuna dair geçmişini hatırlayınca daha da fenalaşarak, kemikleri sızlayarak yine ağlamaya başlar.  Odadaki çok yakın hatta ayrılmaz arkadaş olduğu kızlardan biri Aynur vardı. Kişilik olarak çok zeki ve güneşin ışığı gibi etrafındaki canlıları parlatan, yaşama âşık bir kızdı. Ne yapıp ne edip Gülbanu’yu konuşturmayı bilirdi. İkisi neredeyse kardeşler gibi birbirine sıkıca bağlanmışlardı. Hayat hakkında sırlarını paylaşıp, olabildiğince hastalıkları ile ilgili düşünmemeye çalışıyorlardı.

 

Bir gün doktor, Gülbanu’yu yeni bir tedavi olması için yanına çağırmıştı. Doktorun yanından odasına döndüğünde Aynur’u odada görememişti. “Biraz bekleyeyim bir işi çıkmıştır belki, gelir birazdan”- diye kendini kandırmaya çalışmıştı birkaç saat. Uzun süre bekleyişin ardından, hastanede çalışan tanıdık bir hemşireye Aynur’u göremediğini söyleyince, Aynur’un kendisine bir mektup bıraktığını öğrenir. Hemen mektubu açıp okumaya başlar.

 

“Gülbanu, sana hayattaki tüm iyilikleri dilerim, çünkü senin gibi kişiler sadece mutlu olmak için yaratılmıştır. Nice mutlu, sağlıklı, huzurlu senelerin olsun. Hayatın mutluluk ve neşe dolu olsun. Seni her zaman en yüksek yerlerde göreceğimden hiç şüphem yok. Hastanede bir ekmeği paylaşarak yediğimiz, yan yataklarda tedavi görerek, seninle hayata dair sabahlara kadar konuşmalarımız vb. birbirimize o kadar çok alışmamız hepsi harika zamanlardı. Bunların hiçbirini unutmayacağım. Hayatta başarılı olacaksın, senin parlak bir geleceğin olacaktır mutlaka. Bunun için sağlığına iyi bakmalısın. Hayatta senin gibi daha çok insan olsaydı, bu acımasız ve adaletsiz hayat ışıkla dolu olurdu. Ne olursun ağlama. Belki de kaderin yazdığı budur. Orada seninle olacağım. Canım, arkadaşım, seni tek başına bırakıp gittiğim için çok üzgünüm. Ağlama dostum, ağlama… Selam ve sevgiyle arkadaşın Aynur’a”

Mektubu okuyan Gülbanu, kendini tutamayıp sanki koca dünyada tek başına kalmış gibi, yüreği kan ağlar. Aman Allah’ım, oraya gitmek için neden bu kadar acele ediyorsun? Daha gençtin, seninle daha nice mutlu geleceklerimiz olacaktı, daha seninle yapacak bir sürü işimiz/hayallerimiz vardı, beni niye tek başıma bıraktın can kardeşim?! diye kendi kendine mırıldanarak uzun bir süre ağladı.

Bütün gün yemek yemeden yattı. Başını yastıktan kaldırmadı, hastalığından şikâyet ederek, “Aynur’un bende görmek istediği geleceği ben göremeyeceğim! Allah kahretmesin çünkü bende öleceğim, sana lanet olsun, Ölüm, adın ne kadar kötüydü, nice canlar bu hastalıktan iyileşemeden gitti”. Günler su gibi akıp gitmeye devam ediyordu. “Ailemi de erken yaşımda kaybetmiştim bunu da mı görecektim Allah’ım” diye kaderine küserek uykuya dalmıştı.

Gülbanu’nun anne babası erken vefat etmişti. Kader, zavallı kıza daha genç yaşlarından beri çeşitli acıları yaşatmaya devam ediyordu. Çok düşündü, Allah’a şirk koşmamaya çalıştı. Derin düşüncenin ardından  kocaman dünyada tek olmadığını, kendisiyle aynı kanı taşıyan bir kardeşinin olduğunu hatırladı. Kardeşinin hem annesi hem babası olması, ona sahip çıkması gerektiğini düşünerek, yarın bir gün O da ölürse ne olacak? Bütün bunları düşündükçe vücudu buz gibi donmaya başlamıştı.

Aniden şöyle düşündü: “Benim neden ölmem gerekiyor? Kardeşimin mürüvvetini görmeliyim, onun mutlu olması için lanet olası şu hastalıkla mücadele etmeliyim!” Ölmeyeceğim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim” diye bağırdı.

İşte o günden beri, hayata olan bakış açısı değişerek, sık sık gülmeye mutlu olmaya başlamıştı. Her şeyden önce ve en önemlisi Gülbanu’nun kendine olan özgüveni yüksekti. “Ben iyileşeceğim, bu hastalığı yeneceğim, ben ölmemeliyim” diye her gün Allah’tan kendisine uzun ömür vermesi için dua etmeye başlar. Nihayet gece gündüz Yaradan’a olan yakarışı, duası kabul mu oldu,  yoksa hayata ve kendine  olan özgüvenin yüksek olmasından mı diyelim bir şekilde hastalığı yendi. Bir daha Allah göstermesin diyerek hastaneden taburcu olmuştu.

 

Şimdi ise, eskiden canının yandığı, tedavi olduğu yere tekrar gitmesi gerekiyordu. Hastanenin yanına geldi, fakat içeriye giremeyip dışarıda biraz bekledi, çünkü daha önceden yaşanmış acı hatıraları, travmaları aklına geldi birden bire. Orada tedavi görenlere acıyarak, içeriye cesurca adımlarını atarak girmeye karar vermişti. Çünkü bunu iş gereği yapıyordu. Resepsiyonda doğal saçını sarı renge boyatmış, bir ton makyaj yapmış bir kokoş oturuyordu. Hemen hastane müdürünün işte olup olmadığını sorunca, şansına göre müdür beyin işe gelmediğini öğrenir. İlk baştan buraya gelmek istememişti kendisi de. Ertesi gün aynı yere tekrar gelir, aynı cevabı alır. Bir dahaki gün tekrar uğramıştı, müdürün müsait olmadığı söylenir. Tükenmiş bir şekilde müdürün yardımcısının odasına gelir. Kapıyı çaldıktan sonra, içeri girer girmez

Müdür yardımcısı:- Ne istiyorsunuz?- dedi

Gülbanu: Merhaba, ben gazeteden röportaj yapmak için geldim…

Kazakça konuştuğuna bakarak, küçümseyici bir tavırla şunları söyledi:

Müdür yardımcısı:- Zamanım yok diye, kısa keser.

Sanki bir suç işlemiş gibi, bin pişmanlıkla oraya bir daha adımımı atmam diye bir taraftan lanet olası yere, geçmişini hatırlatacağı yere bir daha gelmeyeceğine sevinerek, oradan ayrılır.

İnsanoğlu gizemli bir yaratıktır; çünkü bir şeyi merak eder, düşünür ardından aklına bir düşünce gelir onu destekleyen hemen diğer bir düşünce gelir, ilginçtir. Oracıkta aklına çocukluğunun bulutsuz gökyüzünde okuduğu kitabın yazarını geliverir. O da Almatı’da yaşıyordu, neden onunla röportaj yapmayayım? diye mırıldanır. Bunu hatırladığı için kendi kendine mutlu olur.  Vakit kaybetmeden hemen referans bürosundan, sevdiği kitap yazarının ev adresini bulur.

Bulduğu adrese geldiğinde kapıda sevgili kitabının yazarını görür ve sevinir. Kendisi yaklaşık altmış yaşına gelmesine rağmen, hala güzelliğini korumuşa benziyor. Ama diğer taraftan da biraz çirkinliği de yüzüne vuruyordu. Kapıdan içeri girerken:

Yazar: – Siz burada ne arıyorsunuz?- der yüksek sesle.

Gülbanu: – Merhaba!?

Yazar: – Ne vardı, çabuk söyleyiniz?

Gülbanu: – Gazeteden röportaj yapmak için geldim…

Yazar: – Vaktim yok, ne demek gazeteden? Bizim gazeteye röportaj vermekten başka yapacak işimiz gücümüz mü yok? Neden gelmeden önce beni aramıyorsunuz?

Kadının kabalığına bakarak hiçbir şey demeden oradan ayrılan Gülbanu, sanki biri ona yazarına karşı beslediği harika hislerin üzerine bir kova buzlu su dökmüş gibi hisseder.

En kötüsü umudunu yitirmekmiş. “Rusları boş verin, kendi vatandaşın, Kazak kardeşin sana ana dilinde değil, Rusça konuştuğunda kendini rahatsız, öksüz hissetmeye başlıyorsun. İki kazağın sanki kendi ana dilleri yokmuş gibi, birbiriyle Rusça konuşmasını görmek, yaşamak, kendi dilinin hor görülmesinden daha acı ne olabilir bu hayatta?! Rusların esaretinden kurtulamayan Kazak’ım, yarın bütün bunların sana çekiç gibi çarpacağını hissediyor musun?! Nereden hissedeceksin ki? Bizim var olmamızı istemeyen düşmanı dışarıdan değil, yakınımızdan hatta kendi içimizden aramalıyız. Tıpkı Manas destanındaki gibi bizim içimizde de, közkamandar[3] varmış” – der derin iç çekerek.

Ümitsiz bir şekilde derin düşüncelere dalarak, gidiyordu. Her zamanki durağını geçmiş, başka bir sonraki durağa geldiğini fark eder bir müddet sonra. Başka bir durakta, başka otobüse binen Gülbanu, içerideki kalabalıktan başının döndüğünü, midesinin bulandığını hisseder ve hemen otobüsten iner. Otobüsten indiğinde ağzı açık olan çantasına hemen bakar, korktuğu başına gelmişti. Cüzdanını çalmıştı hırsızlar. Kalbi neredeyse duracaktı. Olamaz, cüzdanında çok para vardı.

Yatakhaneye tir tir titreye zar zor ulaştı. Marzhan ve Zhayna olanları görünce şok olurlar. “İyi misin ne oldu Gülbanu”- diye sormaya başladılar. Kızları görünce kendini tutamayıp ağlar, cüzdanının kaybolduğunu  ağlaya zar zor anlatır. Kızlar da Gülbanu’nun durumuna üzülerek, Onu sakinleştirmeye çalışırlar. Kızcağızların ellerinden başka gelen bir şey de yoktu. Gülbanu, çaresizce “hayatım hep çetin sınavlarla geçti, Allah’ım ben bunları hak edecek ne yaptım? Daha bitmedi mi? Birisine yaptığım kötülük yüzünden diyeceğim, fakat ömrüm boyunca kimseye kötülük etmeden kendi hayatımı yaşıyorum. Niye çalarlar birisinin parasını? Yarın bir gün ağır bir şekilde cevazını çekecekler ya?! Benden çaldıkları parayla birkaç gün karınlarını doyururlar, peki sonra ya sonra ne olur? Gözyaşlarını tutamayarak, «Paramı kaybettiğim için değil, insanların itibarını kaybettiği için ağlıyorum» der içi kan ağlayarak.

Biraz kendine geldikten sonra, telefoncuya giderek köydeki yakınlarıyla konuşmak ister ve merkeze doğru çıkar. Telefonu hemen yengesi açar açmaz:

Yenge: – Yavrum nerelerdesin bakayım? Yaşıyor musun sen? diye Gülbanu’nun konuşmasına izin vermeden  durmadan kendisi konuşmaya başlar. Kardeşin “Erkebala[4]” evlendi, “Kazıbek’in güzel kızını getirdi,” diye söyler. Yengesi Gülbanu’nun erkek kardeşinin adını söylemez, “Erkebala” derdi.

Gülbanu: – Kardeşim mi evlenmiş? Yaşasın! Çok güzel, çok mutluyum! Hemen yola çıkacağım bugün dediğinde…  telefonu kapanıverdi.

Para insan hayatından daha önemli değildir. Parasını kaybettiğini unutmuştu. O sırada şair Kadir ağabeyimizin şiirini hatırladı:

Hem güldüren, hem ağlatan hayat,

Hem zirveye çıkaran, hem düşüren hayat.

Çaresizce için kan ağladığında,

Hayatın kendisi yeniden kucaklar seni.

Yaşam, iki uçtan ibaret olduğunu bir daha kanıtlamıştı.

Ertesi gün arkadaşlarından evine dönmek için borç isteyerek, tren bileti alır. Tren yavaş hareket etmeye başlar ve “Almatı, ben sana daha çok geleceğim, bundan sonra  beni üzmezsin, pişman etmezsin. Almatı’dan ayrıldığına acıyarak.  “Ne olursun beni bundan sonra ağlatma, tek isteğim budur der” kendi kendine konuşarak…

Güljaz Karybek

2004 yıl

Kazakça’dan Türkçe’ye aktaran Nazira TURSYNBAYEVA

 

[1] Geniş bir coğrafi toplu isim. Buna Kazak toprakları ve Orta Asya ve Sibirya’daki dağ sıraları dahildir.

[2] Tofaş Murat

[3] Közkaman, bilinçli bir şekilde kendi halkına ihanet eden, ontolojik bir yabancılaşma içinde bulunan, öteki diye tabir edilen ve kimlik yitimi ile karşı karşıya kalan kişilere denir. Berdibay (1996: 10-11)’a göre “düşman, böylesine şiddetli düşmanlığını gerçekleştirmek için, adı Kırgız, zatı Kalmak olan”, kendi vatanının ve soydaşlarının merhametsiz düşmanlarına dönüşen közkamanları kullanır. Közkamanlar “kardeşlik görevini, vatanın kutsallığını, günah sevap denen değerleri bilmeyen” insanlardır ve “zengin olmak, şöhrete ulaşmak beklentisiyle Kırgızların veya Kazakları öz düşmanlarının maşası” olmuş, bu yolla kendi öz değerlerine ihanet etmişlerdir.

Berdibay, R. (1996). Közkamanlar. Bilig, (3), 9- 12

[4] Kazaklarda yengeleri kaynısının adını doğrudan söylemezler, takma ad koyarlar.

Осы айдарда

Back to top button